29 November 2011

Bitlis’de “iyi şeyler oluyor.”

Geçende bir tv-kanalında ilginç bir habere denk geldim. Van’a gitmesi gereken çok sayıda yardım kamyonunun yüklerinin Bitlis’deki Belediyenin depolarına indirildiği görüntüleniyordu. Haberi yapan kişi Belediye Başkanını arayıp nedenini sordu. Başkan, Van’daki depoların dolu oluşu ve konacak yer olmadığı için oraya indirildiğini söyledi. Bu yanıt yeterli olmuş olmalı ki, haberin arkası gelmedi.

Bu haber bana Bitlis’te olan biten diğer iyi şeyleri hatırlattı birden. Deniz Feneri Derneği köy köy okullar açıyor, eski okulları yeniliyor, Eren Üniversitesine fakülteler ekleniyor, Bitlisli gençler ÖYS, LYS sınavlarında Türkiye birincisi olabiliyorlardı. Doğuda da böyle iyi şeylerin olması elbette yüzleri güldürmüştü. Peki ama bunlar nasıl olabiliyordu ve kimler yapıyordu bu iyikikleri bir bakalım.

Eren Üniversitesini araştırınca, arkasında Ahmet Eren adlı bir şahsın olduğu anlaşılıyor. Ahmet Bey bu kez de üniversitesine yeni bir fakülte binası daha ilave ediyor, cemaatin topyekun hazır bulunduğu açılışta başbakanın “ya allah bismillah diyerek” kurdela kesmesi dikkat çekiyor. Merak ediyorum kimmiş bu Ahmet Eren, biraz karıştırıyorum interneti. Eren Holding yönetim kurulu başkanıymış, EROS iç-çamaşırları üreticiliği ile başlamış iş hayatına. Sonra tanrı yürü kulum demiş, yoksa cemaat mı desek, kağıt ve karton sanayii, inşaat, çimento, hazır beton, turizm, perakende derken enerji sektörlerinde bir biri ardına yatırımlarda bulunuyor Ahmet Bey ve böylece iççamaşırcılıktan bir anda holdingciliğe terfi ediyor.

Holdingin resmi web sitesinde de övgü ile bahsedildiği üzere, Lacoste markasının Türkiye, tüm Ortadoğu ve Rus Cumhuriyetleri temsilcisi olduğu, bu markanın dışında Swatch, Burrberry, Calvin Cline, Occasion markalarının da temsilcilikleri bulunduğu anlaşılıyor. Holdingin bünyesindeki Mandalya Turizm A.Ş. ve Fettah Tamince’nin Sembol İnşaatı ile Bodrum’da da inşaat, turizm vb. alanlarda faaliyetteleri varmış, Rixos Oteli inşa etmişler. Araziyi ormandan nasıl aldıkları, ruhsatın nasıl verildiği falan anlatılmıyor sitede, aynı Belek Rixos’un nasıl ortaya çıktığı muamması burada da gündemde. Bilmeyenler olabilir, "Kazakistan Cumhurbaşkanlığı'na Devlet Konukevi yapılması için Dışişleri Bakanlığı'na tahsis edilen Beldibi'ndeki 50 bin metrekare araziye amacına aykırı olarak Rixos Oteli yapılmıştır." denilen bir de Sayıştay Raporu var ortada. Durum böyle olunca da Renald Ahmedov ve Nur Sultan Nazarbayev’in holdingin web sitesinde özenle anılması da anlaşılır oluyor, saadet zinciri daha kim bilir kimlere ve nerelere kadar uzanıyor. Fettah Bey’i bugün neredeyse herkes yakinen tanır, Başbakanın ve de Cumhurbaşkanımızın da yakın tanıdığı olduğunu, Rixos markasının da sahibi olduğunu da bilir. Ben bilmeyenler için biraz özgeçmişini araştırdım, Fettah bey 1972 Van Çaldıran doğumlu, anlıyacağınız henüz 40 yaşında bile değil, ama Türkiyenin milyar dolarlık adamlarından biri. Nasıl mı olmuş? Kim bilir? Başbakana sorsak bilir mi, ne dersiniz? Bildiğimiz kadarı ile babası Çaldıran’da manifaturacılık yapıyormuş. Oğlunu Antalya’daki akrabaların yanına gönderiyor. Küçük Fettah bir yandan okuyor, bir yandan da akrabaların dükkanında halı satıyor, tezgahtarlık yapıyor, biraz büyüyünce emlakçılığa, biraz palazlanınca da inşaat işine başlıyor. Şimdilerde tüm ortadoğu ve Türki cumhuriyetlerde yıllık yarım milyar dolar cirolu Sembol İnşaatın sahibi, hatırlatayım Bodrum’daki işleri yöneten Ahmet Eren Bey’in de ortağı. Bu kadar mı? Olur mu canım? Hangi bir marifetini anlatalım. Fettah Bey sadece Tayyip ve Abdullah Beyler’in değil, Kazakistan, Tacikistan, Ukrayna, Rusya, Hırvatistan, Libya ve Arap Emirlikleri’nde de ülke başkanları seviyesinde oldukça yakından tanınan biri. Oralarda da Fettah Bey’in Rixos Oteller zinciri var; yanısıra da stadyumlar, üniversite binaları, residanslar, hatta harp akademisi binası bile yapıyor Sembol İnşaat. Bunlar kendi web sitelerinde verdikleri referanslardan bir kaçı. Daha da kim bilir neler yapmış olmalılar ki, devlet başkanları iş olunca hep Sembol İnşaata müracaat ediyorlar. İnşaat ve Turizm sektörünün yanında bir de kuyum işi var Fettah Bey’in, Lydion Mücevher Kemer merkezli kurulmuş, Rixoslardaki ihtişamlı dükkanların dışında, hakkında fazla bilgi bulamıyoruz. Ancak bir de bakıyoruz ki Fettah bey şimdi de medyaya girivermiş, nasıl mı? Bilirsiniz Star Gazetesi, Türkiye’nin yaramaz çocuğu Cem Uzan’a aitti ve ailesinin işletmelerine, fabrikalarına, termik santrallara, telekominikasyon şirketine ve tüm diğer malvarlığına TMSF tarafından el konulmuştu. Uzan Paris’te sürgün hayatını sürdüre dursun onun malları cemaatin aktifine yazılıyor bir bir. Bir gün bir bakıyorsunuz, Star Gazeteisi ile Kanal 24 Ethem Sancak Bey’in oluvermiş, araya elbette birkaç figüran girmişse de, isimleri önemli değil, şimdi de Fettah Bey Ethem Bey’e %50 ortak oluyor. “Biri Vanli biri Siirtli, sırt sırta verip geliştireceklermiş işleri.”

Ethem Bey’in özgeçmişine hiç girmeyelim, dediğimiz gibi Siirtlidir kendisi, aynı Emine Hanım gibi, Medikalpark’da ortak oldukları çokça konuşulduğunu biliyoruz, ama sadece küçücük bir ecza deposundan bugün dünya çapında, yıllık 5 milyar Dolar cirolu uluslararası bir konsorsiyum nasıl olabildiğini bilebilmemiz ne mümkün.

Ethem Bey Star gazetesinin tek başına sahibi olmadan önce Hasan Doğan Bey ile ortaklar. Kendileri birkaç yıl önce vafat etti, toprağı bol olsun, ama hatırlayalım tam da bugün şike konusu edilen günlerin Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı idi kendileri aynı zamanda da Tayyip Bey’in yakın dostu olan Remzi Gür’ün kayınbiraderi ve Burak Erdoğan tarafından satın alınan, ya da kimilerine göre hediye edildiği söylenen geminin de eski sahibi. Hasan Bey’in ismi bir yandan da İstanbul Levent’deki malum IETT arazisinin ihalesine, Dubai Şeyhi El Maktum ile ortak girişimde bulunduğu, bu ortaklığın içinde Cihan Kamer’in de dahil olduğu söylenmektedir.

Bir de şimdi bu kim diyeceksiniz. Hemen hatırlatalım, altın ticaretinde dünyanın ilk on şirketinden biri olduğu söylenen Atasay Grubun bugünkü sahibidir Cihan Bey, guruba ait takı ve pırlanta işi için kurulan Atagold Şirketine Bilal Erdoğan ile eşi Sema Hanım’ı(Recep Tayip Erdoğan’ın oğlu ve gelini) %50 ortak ettiği, aynı gün pırlanta alım satımda KDV’nin sıfıra indirildiği rivayet edilmektedir. Aynı Cihan Bey’in Recep Beyin İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı olduğu sırada izah edemediği mal varlığındaki zenginleşmeye kaynak olarak, oğlunun düğününde takılan altınları bozdurduğuna dair bir fatura ibraz ederek onu içeri girmekten kurtardığı da rivayet edilmektedir. Ama rivayetten öte bir gerçek var ki, o da Denizlili Cihan Bey’in Rizeli Tayyip Bey’in vefat eden annesi Tenzile Hanım adına Rize’de sağlık ocağı yaptırmış olması, aralarında dostluktan da öte bir yakınlık olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda Fenerbahçe asbaşkanı da olan Cihan Bey bugünlerde oğlu Atasay ile birlikte hac farzının gereğini yerine getirmektedir.

Gene bugünlerde İstanbul Beşiktaş’da yükselen bir otel inşaatı herkesçe tartışılıyor. Tescilli tarihi Tütün Deposu Shangri-La oluyor. Kim yapıyor? Tanrıverdi Holding. Tanrı mı vermiş yoksa Tayip Bey mi izni bilinmiyor, ancak perdeci Recep ve İbrahim Tanrıverdi kardeşlerin Tayyip Bey ile baş başa görüşebilecek kadar yakın ve cemaata destek veren “Akpatronlardan” olduğunu bir zamanlar Yeni Para dergisine de kapak konusu olduklarını hatırlıyorum; internet arşivlerinden diğer Akpatronların listesine de ulaşabilirsiniz. Samsun’lu hayırsever vatandaş Recep Tanrıverdi’nin yaptırdığı, kendi adını taşıyan liseye karşılık bir ödül olsa gerek bu otel; Kültür Bakanı gene yalancıktan cart curt ede dursun, inşaat tükselmeye devam ediyor.

Tayip Bey’in yakın ilişkilerinin hangi birini anlatalım, sayfalara sığmaz. Zenginin malı züğürdün çenesini yorar misali olmasın şimdilik saadet zincirini burada keselim, diyordum ki, aklıma önemli bir isim daha geldi, ondan söz etmezsek kendisine haksızlık etmiş oluruz. Hani söze Bitlis’den başlamıştık ya, nerelere geldik, iyisi mi biz gene Bitlis’e geri dönelim, orada gerçekten iyi şeyler oluyor. Bitlis Belediyesi’nin sitesindeki projeler kısmına girerseniz göreceksiniz. Tabi oy alıyorsan iş de bulacaksın; bu sözümüz parlamenter muhalefetin kulağına küpe olsun, adamlar aşiret reisi, şeyh ya da ağadan aday göstermeden, BDP’ye karşı %43 oy alıyorlarsa karşılığında da birşeyler verecekler elbette. Bu başarının anahtarlarından biri de Kiler Holding, tanıtıma gerek var mı bilmem , Bitlis Milletvekili Vahit Kiler ile Nahit ve Ümit kardeşlerce yönetilir. Yakın zamanda, Türkiye’min en yüksek binası Sapphire yapmak da onlara nasip oldu, hatırlarsınız başbakan gene açılıştaydı, az kaldı yürümeyen merdivenden düşüyordu. Baba Hikmet’in bakkal dükkanına bir gün elinde sihirli değnek olan biri gelmiş olmalı ki, son 20 yılda Gıda, Perakende, GYO, İnşaat, Enerji, Sağlık, Termal Turizm sektörlerinde söz sahibi bir Holding oluvermişler. 2004’de özelleştirilen Kütahya Şeker’den de %42 hisse almışlar. HES Projeleri, Beylikdüzü Çınar Evler, Kartal Konutları, Mayazen Erzurum, Muş ve Zonguldak’da AVM’ler, Kardelen Evleri (bu ismi ben bir yerlerden hatırlıyorum) holdingin yürütmekte olduğu projelerden bir kaçı.

Hatırlıyorum Vahit Bey’in web sitesinde (www.vahitkiler.com) bir süre öncesine kadar Gıda Bankacılığı alanındaki faaliyetlerinden de övgü ile bahsediliyordu, ama bakıyorum da, birileri kulağını çekmiş olmalı ki şu anda sitede bu konuya dair bir bilgiye ulaşamıyoruz. Aynı nedenle midir bilinmez, başkanı olduğu Bitlis Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin sitesi de kalkmış piyasadan. Nedir bu gıda bankacılığı diye soranlar için izah edeyim. Yoksul vadandaşa yardım etmek ve sosyal adaleti sağlamak amacını taşıyan vakıf ve derneklere gıda yardımı yapacak olan kişi ve kuruluşlar bunların tamamını gider olarak gösterebiliyorlar. 2004 yılında çıkarılan 5035 sayılı yasa sadece gıda yardımlarını kapsarken, AKP bir yanlış yaptığını anlıyor ve 2005’de yapılan bir yasa değişikliği ile gıdaya ilaveten, temizlik malzemeleri, giyecek ve yakacak yardımlarını da yasa kapsamına alıyor. Yardım yapılacak vakıf ve derneklerin kamu yararına, ya da Bakanlar Kurulu kararı ile vergiden muaf statüsünde olmaları da gerekmiyor. Neden mi? Çünkü onlara yapılacak yardımların sadece %5’ini gider olarak gösterebilirken, Gıda Bankacılığı yapanlara yapılan yardımları %100 gider olarak gösterebiliyorsunuz. Bir örnek verirsek daha açıklayıcı olacaktır. Diyelim ki Nahit Beyin bir üretim tesisi var ve“Kiler” markası altında bir temizlik malzemesi üretiyor, aslında üretim tesisi kurmasına da gerek yok, bunu fason olarak da yaptırabilir. Bu ona 100 TL’ye malolduysa ve bunun tamamını Nahit Bey’in Gıda Bankacılığı amacı ile kurmuş olduğu derneğe bağışlıyorsa, ne gelir vergisi ne kurumlar vergisi ne de KDV ödüyor. Tabi ki bu malzemenin muhtaç olanlara dağıtılacağından biz eminiz de, birileri kafaya takmış, soruyorlar işte, ya malzeme yolunu şaşırıp da Ümit Bey’in perakende zincirinin raflarında satışa çıkacak olsa bunu kim nasıl denetleyecek diye? Cüneyt Zapsu’ya sorsalar, o bilebilir.

Siz de merak ediyorsanız daha kimler, hangi dernek ve vakıflar yapıyor diye Gıda Bankacılığını, internetten henüz bu listelere ulaşabiliyorsunuz. Çok bilindik isimler olduklarından ve kendi web sitelerinde açıkça deklare ettikleri için burada “Deniz Feneri Derneği” ile “Kimse Yok Mu Derneği” adlarını zikretmekte mahsur görmüyorum. Birincisi dillere destan zaten, ikincisi de Samanyolu TV tarafından 2004 yılında kurulmuş, ne tesadüf değil mi, tam da yasanın yürürlüğe girdiği yıl, ne demeli; sayfaya girin destekçilerine bir bakın derim. Cemaatin bu yönünü takdir ediyorum doğrusu, her şeyi göz göre göre, hatta göze batıra batıra yapmaktan hiç çekinmiyorlar. Sadece Vahit Bey, hakkındaki rivayetler ayyuka çıkmış olmalı ki, Bitlis Feneri’ni gizleme gereksinimi duymuş. Ben gene de ulaşabildiğim bir kaç adresteki bilgiyi burada paylaşmak istiyorum:
http://www.kirklarelichp.org/haber.php?id=733314 adresi altında CHP Kırklareli milletvekili Av. Turgut Dibek tarafından verilen bir soru önergesi yer alıyor. Bu önergeyi
http://www.evrensel.net/v2/haber.php?haber_id=61514 adresindeki gazete haberine göre maliye bakanı Mehmet Şimşek yanıtlıyor. Ama sıkı durun, asıl ilginç olan metni
http://www.medyatekzip.com/news_detail.php?id=287 adresinde buluyorum.

“Gazetenizin 15.09.2008 tarihli nüshasında muhabir Tarkan Demir imzası ile "Depoları Gasp Etmişler" başlığı altında yayınlanan haberde yazılı hususlar hiçbir biçimde gerçeği yansıtmamaktadır.” diye başlayan yazıda Vahit Kiler’in vekili Av. Yaşar Yılmaz imzalı tekzip metni aynen şöyle devam ediyor:

“Haberde adı geçen Bitlis Feneri Yardımlaşma Derneği, müvekkilim Vahit KİLER'in kurucu başkanı olduğu bir hayır derneğidir. Bahsi geçen dernek, kurulduğu 2004 yılından bu yana, Bitlis ili ve ilçelerinde yaşayan, gelir durumu düşük ailelere ayni ve nakdi yardımı hedeflemiş bir kurumdur. Bu amaçla 2004-2008 yıllan arasında 525 ton gıda, 18.673 adet giyim malzemesi, 3.380 adet eğitim malzemesi (kırtasiye, bilgisayar vs.), 395 adet sağlık malzemesi, 4.114 kg. temizlik malzemesi, 530 adet ev eşyası (çamaşır makinesi, kilim, battaniye) tespit edilen ihtiyacı olanlara ulaştırılmıştır. Ayrıca Kurban Bayramlarında toplam 11.757 aileye kurban eti dağıtılmıştır. Yardım konusu tüm malzemeler barkod sistemiyle ailelere ulaştırılmakta, dolayısıyla tüm yardımların kaydının tutulması sağlanmaktadır.”

Ne hikmettir bilinmez, Bitlis Feneri’nin de 2004 yılında kurulmuş olduğunu öğreniyoruz. Dedim ya Bitlis’de iyi şeyler oluyor; Fenerler sayesinde Bitlis’de yakın gelecekte fakir fukara kalmayacak. Bilirsiniz “Şecaat arz ederken, merdi kıpti sirkatin söyler” derler, Allah söyletmiş olmalı Vahit Bey’in avukatına, neyi mi? Hadi gıdayı, giyimi anladık, temizlik malzemesini de, iyi de sağlık malzemesi, kırtasiye, bilgisayar, çamaşır makinesi, kilim, battaniye ne oluyor? Bunlar da yakacak kategorisine mi giriyor yoksa? Bu tekzip metnini okuyan bir savcı yok mudur bir yerlerde, yoksa savcının yasadan mı haberi yoktur? Hele de mahkemeden çıkmışsa bu tekzip kararı, işler daha da vahim demektir.

Fenerler ve onları kuranlar sağ olsun, ülkemiz bir uçtan bir uca aydınlanıyor sayenizde. Biz de zaten şaşmıyoruz artık sizin Bitlis’de nasıl olup da %43, genel olarak da nasıl %50 oy alabilmiş olduğunuza. Bence az bile almışsınız, neden mi? Türkiye’de yoksulluk bu kadar mı azaldı da, sadece %50 de kaldınız? Yok eğer size inanan cahaleti temsil ediyorsa bu oran, Nesin’den bu yana iyi gelişmeler var diyelim ve halimize şükredelim.

Ebediyen kalıcı olduklarını sananları uyandırmayın, bu saltanat da bitecek elbette bir gün mü diyor muhalefet bilemiyorum. Masonları tasfiye eden Cemaat’i de birileri tasfiye edecektir elbette bir gün, ama ben onları bekleyemeyecek kadar yaşlandım.

Ey Adem’in torunları, uyuyanınızı uyandırmak için yazıyorum, satılıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti bir anonim şirketmişcesine hisse hisse, parsel parsel satılıyor. Kamuya ait iştirakler, kamu bankaları, kamu toprakları, fabrikalarımız, santrallarımız, iletişim hatlarımız, elektriğimiz, ithal gazımız, otoyollarımız ve köprülerimiz, hepimizin ormanları, yer altı zenginliklerimiz, akarsularımız ve denizlerimiz, dağlarımız, ovalarımız soyu sopu belirsizlerce açık artırma ya da ihale usulü satılıyor. Canlarını vererek bu Cumhuriyeti kuranların kemikleri sızlıyor. Ülkeyi kurtaran ve yeniden kuran asaletin yerini alan bahtsızlık beni kahrediyor. Piçleşmeyi sorgulayanlar içerde, sinikler giderek sessizleşiyor, kendimi öz sermayesini satan bir anonim şirketin hissedarı olma duygusundan alı koyamıyorum. Ve ben hala merak ediyorum, Van’a gitmesi gereken yardım malzemeleri nasıl oluyor da Bitlis Belediyesi’nin depolarına indiriliyor. Durumumuzu göremeyenlere, görüp de söyleme cesareti gösteremeyenlere hitap olunur...

18 November 2011

Platon’dan günümüze Devlet (2)

Devlet kavramını edebi ve felsefi açılardan irdeleyen ve tartışmaya ilk açan Platon’dur. Onun günümüzden 2400 yıl önce başlatmış olduğu bu tartışma, bugün dahi son bulmuş değildir. Hocası Sokrates’in o günün Atina Demokrasi’si tarafından ölüme mahkum edilmesi, Platon’u bu tartışmayı başlatmaya, ideal ‘Devlet’i aramak ve betimlemek üzere düşünmeye yönelten başlıca nedendir.

Politikaya felsefi açıdan bakılan ilk başyapıt sayılan eserinde Platon devletin adalet üzerine kurulu olması gerekliliğini savunurken, neyin adil olduğundan ziyade, adaletin ne olduğunu tarif etmeye çalışmıştır.

Devletin adil olması esastır. Makro ölçekte devletin adil olabilmesi için mikro ölçekte insanın adil olabilmesi gerekir. Devletin ruhu, onu temsil eden insanların ruhunca belirlendiğinden, yöneticilerin adil olmaları şarttır. Adil olabilmek için iyi olmak gerekmektedir. Devletin sürekliliği bakımından da, iyilik nüvesi taşıdığı görülen farklı çocukların, gelecekte yönetici olabilmeleri için ailelerinden alınarak özel olarak eğitilmeleri önerilir.

Platon’un devletinde köleler dışında, hak sahibi olabilen üç temel sınıf vardır.

Yöneticiler devleti yönetebilmek için eğitimlidir, bilgedir. Sadece yeryüzünün gerçeklerini tanıyan, sorunları öngörebilme ve onlarla başa çıkabilme yetisine sahip olanlar yönetici olabilirler. Yöneticilerin adil olabilmeleri bakımından mal mülk sahibi olmaları yasaklanmıştır.
Askerler iç ve dış güvenlikten sorumludur. Askerler de seçilmiş çocuklar arasından eğitilirler, onlardan cesur olmaları beklenir. Askerlere de, savaş durumunda akılları geride kalmaması bakımından evlenmeleri, aile kurmaları yasaklanmıştır.
İşçiler ya da Çömlekçiler olarak bilinen çiftçi, esnaf, zenaatkar kesim ise her türlü maddi ya da dünyevi değere sahip olabilir; onların  kendini bilmeleri ve kanaatkar olmaları yeterlidir.

Yöneticiler bilge, askerler cesur, işçiler kanaatkar olurlarsa iyidirler; her birey kendine düşen görevi  bu iyilik anlayışı doğrultusunda gereğince yerine getirdiğinde, devlet de dengeli, iyi ve adil olacaktır.

2400 yıl öncesinin koşullarına objektif bir açıdan bakarak Platon’un devlet önerisini değerlendirebilecek durumda değiliz. Ancak, Platon’un bugünkü dünya düzenini yönetenlerin ataları olan, orta çağın feodal düzenleri tarafından afaroz edildiğini biliyoruz. Onun batılılarca mistik dünyanın temsilciliğine indirgendiği, onun idealist öğretisinin Hıristiyan Kilisesi’nce onaylanmadığı, yerine Akademi’den kovduğu öğrencisi ve akılcı(rasyonalist) felsefenin kurucusu Aristoteles’in öğretisinin aldığı düşünüldüğünde, Platonist etik ve estetik temeller üzerinde kurulu ideal bir devletin nasıl bir şey olduğuna dair bir arayışı sadece batımızdaki coğrafyada sürdürmenin anlamsızlığı da kendiliğinden ortaya çıkar.

Platon bu eserinde devlet ve düzene genel bakış açısını, şu cümle ile özetlemiştir:
“Filozofların kral olamadıkları, ya da kralların filozof olamadıkları toplumlarda, düzen sefillerin eline geçecek, devlet de eninde sonunda çürüyecektir.”

‘Nasıl bir Devlet’ devam edecek.


16 November 2011

Platon’dan günümüze Devlet (1)

‘Nasıl bir devlet’ tartışmasına geri dönecek olursak, önce birkaç temelli tespit yaparak işe başlamak gerekiyor.

• Herkes huzur ve mutluluk içinde, ideal bir devlet yapısına sahip bir ülkede yaşamak ister, ancak herkesin üzerinde uzlaşabileceği hazır, ideal bir devlet konsepti yoktur.
• Herhangi bir devlet konsepti üzerende anlaşabilen ve uzlaşabilen küçük guruplar varsa da, bunların da bugün artık yeryüzünde yeni bir devlet kurabilecekleri boş topraklar kalmamıştır.
• Mevcut hiç bir devlet, normal şartlar altında, kurmuş olduğu düzen ile hemfikir olmayan gurupların, kendi düzenlerini kurabilmeleri için, ülke topraklarının bölünmesine katiyen razı olmayacaktır.

Peki herkesin yaşamak isteyebileceği bir ülke var mıdır? Varsa bu ülkenin devlet yapısı, ya da devletin temel amaç ve görevleri neler olmalıdır ki, insanlar o ülkeyi yaşanası bir yer olarak seçsinler, mutlu ve huzurlu bir birliktelik içinde varlıklarını sürdürebilsinler. Kendimize dönüp bakacak olursak, mevcut anayasamızda devletin amaç ve görevleri şöyle tarif edilmiştir:

MADDE 5- Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Bu tarif yeterli midir?
Yeryüzündeki tüm toprakları paylaşmış olan, Birleşmiş Milletlerce tescilli 193 ülkenin anayasalarında devletin amaç ve görevleri bu veya az çok buna benzer şekilde tarif edilmiştir.
Ancak unutulmamalıdır ki, esas olan yazılı tarifler ya da temenniler değil, uygulamalardır. Uygulamalardan sorumlu olanlar ise yasama, yürütme ve yargı organlarıdır ki, bunlardan biri, ikisi ya da tamamınında zamanla ve belli bir nedenle bir çürüme başlayabilmektedir. En iyi temennilerle yola çıkan bir devletin dahi, cennet bir ülkeyi cehenneme dönüştürebileceğinin örneklerini hepimiz kendi yakın tarihimizde defaten yaşamışızdır.

Peki en büyük ideallerle kurulan bir sistemde ne oluyor da, real devlet dejenere olma eğilimine girebiliyor? Platon ideal devletini anlatabilmek için önce çürümeye bir örnek olarak Atlantis’i seçmiş, efsane şöyle:

“Tanrılar yeryüzüne inmişlerdi... Gezegenin üzerinde yapılacak işleri paylaştılar. Baş tanrı Kronos'un oğullarından Poseidon'a denizlerin ve ırmakların tanrısı olmak görevi düştü. Poseidon kendisine yaşam alanı olarak adalar ülkesini, Atlantis'i seçti.

En ortadaki adanın en ortasında her yerden daha verimli bir ova vardı. Ovanının ortasından göğe doğru yükselen dağın tepesinde dünyalılardan Euenor ile eşi Leukippe yaşardı. Kleito adında bir tek kız çocukları oldu. Kleito evlenme çağına geldiğinde annesi ve babası öldüler. Kleito'ya aşık olan Poseidon onunla birleşti. Kızın oturduğu dağın tepesine yerleştiler. Etraflarını kah geniş kah daha dar bir sıra deniz bir sıra karadan oluşan halkalarla örerek insanoğlu için ulaşılmaz bir yaşam alanı yaratan Poseidon, topraktan da biri sıcak biri soğuk iki su kaynağı çıkardı. Bu sayede adada her çeşit bitki bolca yetişmekte, her türden canlı uyum içinde yaşamlarını sürdürmekteydi.

Poseidon'un Kleito'dan beş kez ikiz erkek çocukları oldu, onları büyüttü ve eğitti. Adayı on parçaya bölerek ilk ikizlerden önce doğana üzerinde anasının evinin de bulunduğu en geniş ve en verimli toprakları verdi ve onu bütün kardeşlerin ve adanın kıralı yaptı. Ötekilere de, birçok adam ve geniş topraklar dağıtarak birer hükümdarlık bıraktı.

Poseidon adanın kıralı yaptığı oğluna Atlas ismini vermişti. Ada ve onu çevreleyen okyanus da adlarını bu ilk kraldan alırlar. Okyanusun tüm adalarına hükmeden Atlas'ın soyu giderek çoğaldı, itibarları arttı, krallığın şan ve şerefi nesiller boyu sürdü. Halkın ve ülkenin ihtiyacı olan her şeyi ada onlara vermekteydi. Yapı için gerekli türlü malzeme ve madenler, her türden ehli ve yabani hayvan, onları yetesiye besleyebilecek, göl, ırmak, ova ve otlaklıklarla dünyanın en güzel kokularını saçan, özlerinden içkilerin, şifa veren ilaçların, yağların yapıldığı kökler, otlar, çiçekler ve ağaçlar, beslenmek için muhtaç oldukları zahire, türlü sebzeler, tüm kabuklu ve yumuşak meyve çeşitleri görülmemiş güzellikte ve sayısız denecek kadar bol yetişmekteydi. Adanın sunduğu doğal zenginliğin bilinci içinde evlerini ve kentlerini imar ederek zevkle süslediler. Kullandıkları sular Poseidon'un kutsal ormanına geri dönmekte ve buradaki her cinsten ulu ağaçları beslemekteydi.

On kraldan her biri kendi topraklarında yasaları koyar, hizmetleri düzenler ve denetlerdi. Kralların birbirleri üzerindeki nüfuzu Poseidon'un yasaları ile düzenlenmişti. Geleneksel olarak her beş yılda bir toplanırlar, hepsini ilgilendiren işleri görüşürler, içlerinden yasaya aykırı davranan olmuşsa muhakeme ederlerdi. Karar vermeden önce toplandıkları kutsal tapınağın sütunlarına yazılı yasalara göre hüküm vereceklerine, bunlara karşı gelmiş olanları cezalandıracaklarına, yasalara bilerek karşı gelmeyeceklerine, yasalara uygun olmayan emirler vermeyecekleri gibi onlara aykırı emirlere de boyun eğmeyeceklerine hem kendileri hem sülaleleri adına and içerlerdi. İçlerinden yasalara karşı gelmekle suçlu buldukları varsa onun hakkında verdikleri hükümleri, altın bir levha üzerine yazarlar ve tapınağın duvarına asarlardı.

İçlerinde taşıdıkları tanrıca öz sayesinde adayı nesiller boyunca düşünce ve erdemle yönettiler Zenginlikleri gün geçtikçe çoğaldı. Birbirlerine, ne olursa olsun yumuşak, doğru ve düşünceli davrandılar. Ölçülü yaşadılar, erdemle sevgi buluştuğunda zenginliklerin çoğaldığını, zenginliğin peşinden koşulduğunda ise sevginin de erdemin de birlikte yok olacağını bildiler. Nesiller boyu mutlulukları sürdü.

Dünyalılar ile sık sık birleşmeleri yüzünden içlerindeki tanrıca öz zamanla azaldı. İnsanlık özü üstün gelmeye başladı. Yaşadıkları refahı hazmedemeyenler soysuzlaştılar. Gerçek değerlerin en güzellerini kaybettiler. Gerçek bahtlılığın ne olduğunu bilmeyenlere, artık birer zorba ve aç gözlüden başka bir şey olmadıkları zaman bile büsbütün güzel, büsbütün bahtlı göründüler.

Evrende durmadan değişen, her şeyi gören tanrılar tanrısı Zeus, bir zamanlar düşünce ve erdemin yönettiği soyun bahtsızlığını fark ettiğinde, onların akıllarını başlarına getirmek için bütün tanrıları kutsal evinde bir araya topladı. Onlara dedi ki...”

Böyle bitirmiş Platon Kritias adlı eserini aniden, 10.000 yıl önce batmış olduğu söylenen Atlantis'i anlatırken.

‘Nasıl bir Devlet’ devam edecek.

11 November 2011

11.11.11

Beklentiler giderek artıyor, gene de yeryüzünde yeni bir şey yok.

Avrupa Birliğine bağlı güçlü sayılabilecek ekonomilerin gün be gün, biri biri ardına erimekte olduklarını gözlemliyoruz. Kaderin cilvesi midir bilinmez, birliğin şımarık çiftçilerini, istedikleri ürün fiyatlarını alamadıklarında, bazen tonlarla sütü sokaklara döküp saçtıklarını, bazen de yeterince getiri sağlamayan sebze meyvayı tarlalara ya da nehirlere gömdüklerine sıklıkla şahit olmuşuzdur.

Bizde de et fiyatlarımız elimizi yakmaya başlayınca, bir kaç yıl önce araştırmaya başlamış olduğum, ancak yarıda kalan, dünyadaki açlığın matematiğine dair bazı bilgileri yeniden arayıp buldum. Nasıl olabiliyordu da beyaz peynirin ülkesi kalkıp Almanlardan beyaz peynir ithal edebiliyordu?

Kendi kendini besleyebilen yedi ülkeden biri olduğumuz söylendiğinde kandırmışlar mıydı bizi? Hayır, o zamanlarda %70’imiz çiftçiydik. Hepimizin toprağı vardı, ahırı, kümesi, bostanı vardı. Ama zamane politikacılarının tek bir vizyonu vardı ki, o da topyekun sanayileşmekti. Sayileşmesine saniyileştik diyelim hadi, peki şu cebimize konulduğu söylenen yıllık kişi başı onbin Dolar nerede? Ya cebi deldirmişiz de haberimiz yok, ya da birilerinin eli bizim cebimizde de biz farkında değiliz. Bu durumda para yetmeyecek ne ete ne de ota; böyle giderse, açlık bizi de kucaklayacak, yakında.

Açlığı nasıl tarif ediyorsunuz diye soranlar oluyor. Ben de uzmanlara sordum; “Yeryüzünde herkese yetebilecek kadar gıda üretilirken bir kısım insanın aç kalması, bir kısmının ise açlıktan ölmesi” olarak tarif edildiğini söylediler.

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 2009 yılında dünya genelinde aç insan sayısının ilk kez bir milyarın üzerinde çıkmış olduğunu bildirdi. Bu da, dünya nüfusun yedi milyara ulaştığı düşünüldüğünde, yeryüzünde yaşayan her yedi kişiden birinin aç dolaştığı anlamına geliyor. Aynı atmosferi soluduğumuz çağdaşlarımızdan 25.000’i her gün açlıktan ölüyor, yılda tam 9 milyon insan, bunların 6 milyonu 5 yaşın altındaki çocuklar. Açlık çekilen ülkelerde insan ortalama 38 yıl yaşarken, gelişmiş ülkelerde yaşayanların yaş ortalaması 70. Gelişmemiş ülkelerde açlıktan ölmeyenlerin durumu da pek iç açıcı değil; sadece ABD’de açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 11 milyon civarında. Yaşam için gereken vitamin eksikliği ve yetersiz beslenme sonucu varlıklarını sürdürmeye çalışan engellilerin sayısı ise 2 milyar civarında, bu da yeryüzünde yaşayan her üç-dört kişiden birinin sakat olduğunu gösteriyor. Etkilenenler büyük oranda kadınlar ve çocuklar. Asıl ironik olan ise, açlık çekenlerin %50’sinin tarımla iştigal eden küçük çiftçiler ya da topraksız tarım işçileri olması.

Yeryüzünde üretilen tahılın %50’sini besi hayvanları tüketiyor. Sadece soya ürününün %90’ı yem olarak kullanılıyor; 1 kilo sığır eti için üretici 16 kilo soya tüketiyor. 1 hektar tarladan 12 ton kereviz, 10 ton domates, 8 ton patates, 4 ton elma, 2 ton yeşil fasulye ya da 1 ton kiraz alınabilecekken, aynı sahadan beslenen sığırdan elde edilebilecek et ise sadece 50 kg.

Yeryüzündeki tüm tarım alanlarının %67’si hayvancılık ve hayvan yemi üretimi için kullanılırken, sebze ve meyve üretimi için ise sadece %2’si uygun görülmüş. Basit bir hesapla bir sığırdan 200 kg et elde ediliyor, bu da 1.500 öğün yemek eder. Oysa o sığırın beslenmesi için kullanılan tahılı insanlar yemiş olsalardı bu 18.000 öğün ederdi. Diğer bir hesaba göre bir hektar alandan beslenen hayvanı yiyen insan karnını ancak 19 gün doyurabilecekken, aynı alandan elde edilen tahılla beslenen insan ise 217 gün karnını doyurabiliyor. Her yıl 15 milyar besi hayvanının kanı toprağa karışıyor. Toprak kan kokuyor, ama zenginlerin ve tokların burunları bu kokuyu almıyor.

Vejeteryan sitelerinde araştırma yaparsanız, tarım ve beslenme politikası yoksunu, doyumsuz insanın etçil beslenme ihtirası hakkında daha korkutucu bilgilere de ulaşabilirsiniz. Açlığın başlıca nedeni doğal, ya da iklimsel dalgalanmalara karşı insanın çaresizliği gibi gösterilmeye çalışılsa da, savaşlar ve kötü yönetişim neticesinde ortaya çıkan sosyal ve ekonomik sorunların, dünyada nüfus planlamasını yönlendiren “gelişmiş” ülke stratejistlerinin ahlaksız politik tasarımlarından başka bir şey olmadığını söyleyenlerin sayıları hayli fazla.

Koloniciler eskiden topla, tüfekle, orduyla işgal ederlerdi el değmemiş verimli toprakları, doğal kaynaklarının değerinin farkında olmayan ülke halkları da köleleştirilirdi; koloniyal düzen sadece ülkeyi işgal etmekle
de kalmaz, işçi ve hammadde ihtiyacını da bu şekilde bedava olarak karşılar ve kendi ülkelerine taşırlardı. “Uygarların” ülkelerinde hükümet eden “sosyal devletler” sanayileşme süreci sonunda bir yandan ortaya çıkan çevre kirliliği, bir yandan da ülkeye giren yabancı kölelerle birlikte yaşamaktan hoşnutsuz kalan oy vereninin itirazları karşısında zorlanmaya başlayınca, yeni politik çözümler aramak ve bulmak zorunda kaldılar.

Bulunan çözüme gelince, hammaddeyi işleyecek tesisler yoksulların ülkesine ihraç edilecek, bir yandan ağır hammadde yerine hafif mamül madde taşınarak nakliyattan, bir yandan da sosyal maliyetlerden ve ülke muhasebesini zorlamaya başlayan kirlilik ve atıklardan da tasarruf edilmiş olunacaktı.

Bugün kendi hükümetlerince kollanan ve dünya ticaretini elinde tutan küresel güçler ucuz işgücünün ürettiği sanayi ürününü öteki yoksullara pahallıya satarak, karlarını maksimize ediyor ve giderek zenginleşiyorlar. Neokoloniyalist yeni dünya düzenin yeni köleleri ise bu kez de kendi ülkelerinde, kolonicilerin himayesindeki cemaatlarin seçilmiş yöneticilerince hiç de sosyal olmayan şartlar altında, açlık sınırında yaşam savaşı veriyorlar.

Nedenlerini biz anlamakta zorluk çeksek de, gelişmiş ülkelerin akıllı ayılarını kendi sistemlerinin yarattığı akıntıya karşı yegane kafa tutma yöntemi olarak, ürünü zaman zaman bilinçli olarak gösteri mahiyetinde de olsa telef ettiklerini görürüz. İnsanın sorası geliyor, nasıl bir sistemdir bu vicdansızlığı besleyen ve büyüten? Açlıktan nefesi kokan yoksul toplumların emeğini sömüren, onlara kendi uniformalı ve kravatlı vatandaşlarınca kan kusturan sistemler bu işleri kendi vatandaşının refah ve mutluluk içinde sessiz kalması için yapmıyorlarsa ne için yapıyorlar?

Küçükler farkında değiller, hazır bir kriz bahanesi varken ortada, büyük masanın etrafındaki büyük abiler şimdi büyük pastayı yeniden pay etmekle meşguller. Hele şu kartlar yeniden bir dağıtılsın, yeni sömürü düzeni yerli yerine otursun, uygar sistem nasılsa sizin oyunuzu almak için size de pastadan boyunuza göre bir parça uygun görecektir. Hayatının uzun bir sürecini “uygarların” ülkesinde yaşamış bir barbar olarak ben, protestoların ilkelliğine şaşmak ve hayret etmekten gene de geri uramıyorum. Onca sütü yağ, yoğurt ya da peynir, domatesleri salça, lahanaları turşu, meyvaları komposto yapıp da açlara gönderseydiniz daha etkili olmaz mıydı protestonuz? O zaman gerçekten de sizi takdir eden birileri bile olabilirdi yanınızda.

Hani biz de özeniriz ya hep sizlere, isteriz ya alın bizi de birliğinize diye, şimdi biz de size benzer miyiz bir gün diye bir korku aldı içimi ve ürperdim bir an. Bizim köylümüz yapamaz diye düşündüm, aklına bile getirmez, nimete hıyanet etmez; insanımız yokluk ve yoksullukları bilir dedim, kendimce. Ama gösteriyi yapanların da analarından varlıklı doğmadıklarını düşündükçe artık o kadar da emin olamıyorum.

Bir de açlığı fırsata dönüştürmek üzere sahneye çıkan yeni kahramanlar var; onlardan söz etmeden bu yazıyı sonlandırmak aynı şahıslara haksızlık etmek olurdu. Gen teknolojileri ve genetigi değiştirilen ya da manipule edilen ürünlerle dünyada açlıkla mücadele edilebileceğini savunanların sayısı giderek artıyor. Yoksulları kendi kısır ürünlerine mahkum etmek isteyenler yeni tuzaklar kuruyorlar her yeni gün. Yeni izinler yazılıyor, artan sayıda genetiği piçleştirilmiş ürün giriyor yoksulların ülkesine. Aç olunca insan ne bulursa yiyecek nasılsa. Topyekün sanayileşmeyi vaad edenlere kanıp, toprağını satan, nefes nefese kente koşanların hayalleri sele kapılıp gitti,
giydirilen pantalonların cepleri delik çıktı. Bu yolculuğu bu şekilde sürdürebilmek için ya çok zengin olman gerekiyor ya da çok cahil. Sistem çölde aşk merdiveni yetiştireceğim sana ihtiyaç var dese de, sen gene koşar gelirsin garibim...

10 November 2011

Anguslar trafik canavarını solladı.

Genel olarak yollarda verilen kurban sayısı bayramların birinci haberini oluştururken, bir de baktık ki, bu kurbanda “angus canavarı” “trafik canavarını” sollayıvermiş. Buruk başlamıştı bu yıl kurban, “terör canavarı” ile “deprem canavarı”nın gölgesinde zaten, bir de angus, ne demeli?

Bu kadar canavarla başa çıkabilir mi bir ülke diye sorası geliyor insanın. Kim besliyor bu canavarları, kim salıveriyor bunları ortama diye sorsanız, adam kendini göremez ki, ne desin. Canavar biziz hemşerim biz, başka kimse değil. Ya da bizleştirdiğimiz topyekun cehaletin ismidir canavar. Canavarı biz yumurtluyoruz, biz besliyor ve büyütüyor, biz salıveriyoruz ortalığa. Hele bir aynaya bakabilseniz göreceksiniz orada canavarların kimler olduğunu.

Canavar denince ilk olarak akla dinazor büyüklüğünde, ağzından alevler fışkıran, sırtı dikenli, dişleri keskin, her an insanı yemeye iştahlı korkunç bir hayvan hayal edilir. Oysa canavar aslında bilgi, birikim ve eğitim yoksunu, hiçlikten ibaret insanın ta kendisidir. Yerine göre canavar anadır, babadır, eğitendir, eğitilendir, çalışandır, çalıştırandır, yönetendir, yönetilendir, yargılayandır ya da yargılanandır, sivildir ya da asker; hakemin de futbolcunun da, seyircinin de oyuncunun da, seçenin de seçilenin de, alanın da satanın da masum olduğu bir ortamda canavar yetişmez. Canavarlarlar içine doğdukları sistemden ve sistemi yöneten cehaletten beslenirler. Allahınızı seviyorsanız, şu meclis koltuklarında oturanların, şu ülkenin geleceği hakkında karar veren bakanların özgeçmişlerine siz de bir bakın. Bir kaçı haricinde bu ülkenin geleceğini tasarlamak için bu formasyonlar yeterli görülebiliyorsa, kim bilir daha nice canavarla başa çıkmak zorunda kalacak torunlarımız, gelecekte.

Angus karşıtları yolları kapatmış, trafiği alt üst etmişler. Sistemden korktukları için az bile yapmışlar bence. Adamın biri angus getiriyor dünyanın öbür ucundan, daha ucuza satıyor, bizim toprağın otuyla beslenen hayvan nedense pahallıya geliyor. Uruguaylı turist elini kolunu sallayarak Anadolu topraklarında dolaşıyor, bizim vatandaş Trakya’ya geçebilmek için vize dahi alamıyor. Ne dersiniz, bu ayaklar kokmuyor mu sizce de? Bana “Unakıtan Beyefendi’nin” mısır tezgahını anımsattı birden.

Ey muhalefetin sesi gür vekilleri ve de medyanın araştırmacı gazetecileri olduğunu idda edenler, siz hiç merak edip sormuyor musunuz, Angusları bu ülkeye taşıyan tur operatörününün kim olduğunu?

Sesinizin ve de soluğunuzun tıkanmasının nedenini merak ediyor halkımız.

07 November 2011

"Zaman Kendi Evlatlarını Yutar"

Bir varmış, bir yokmuş,

Herşeyden önce kaos varmış. Kargaşa ya da düzensizlik değil de, her şeyi oluşturan teklik anlamında kullanılırmış kaos kavramı. Kaostan ilk önce toprak ana Gaia ile göklerin tanrısı Uranos oluşmuşlar. Onlardan da diğer tanrılar...

Mitolojik başlangıç ile birlikte iktidar savaşı ve saray entrikaları da başlamış.

Çocuklarının iktidarı ele geçirmelerinden korkan Uranos yeni doğanları yerin derinliklerine, Tartaros'a atarmış. Bu duruma üzülen Gaia eşinden nefret etmiş ve çocuklarını babaları Uranos’a karşı kışkırtmış. Babalarına karşı gelenlerin en kurnazı olan Kronos sonunda onun tahtını ele geçirmeyi başarmış. Ancak o da kardeşlerinin güçlemesinden korktuğu için onları cehennemde bırakmış. Kader midir bilinmez ama, iktidarını tehdit ederler diye o da yeni doğan çocuklarını yutmaya başlamış. Kronos kavram olarak zaman anlamına geldiği içindir ki, o zaman bu zamandır “zaman kendi evlatlarını yutar” diye gelinmiş.

Evlatlarını yutan zaman mıdır, tanrı mıdır, mitoloji yoruma açık. Ama bir gerçek var ki, o da kendilerini tanrı sananlar bugün dahi iktidarları sallandığında yegane çareyi kendi evlatlarını yutmakta görürler.

05 November 2011

“Sevilen bir devlet mi olmak istiyoruz, korkulan bir devlet mi?”

“Glasnost” ve “Perestroika” kavramları ile 1985 yılı Nisan ayında dönemin başkanı Mikhail Gorbaçov’un Sovyetler Birliği Komünist Partisi merkez yönetim komitesi toplantısındaki konuşması sırasında ilk kez tanışmıştık. O zaman UDSSR’in zamanla tedavülden kalkacağını, onun yerini önce Bağımsız Devletler Topluluğu’nun, akabinde de bağımsız Rus Cumhuriyetlerini’nin ortaya çıkabileceğini kimse hayal bile edemezdi.

“Glasnost” ile açıklık, şeffaflık, hür düşünde ve ifade özgürlüğünü, “Perestroika” ile de ekonomik ve politik yeniden yapılanmayı hedef alan bir değişim sürecini politbüro üyelerine ilan eden tarihi konuşmasına Gorbaçov’un, “Mesele olmak ya da olmamak değil, mesele korkulan bir devlet olarak mı kalmak istiyoruz yoksa sevilen bir devlet olmayı mı hedeflemeliyiz?” diyerek başlamış olması bu konuşmayı sonradan analiz eden yorumcularca pek de dikkate alınmamıştır.

Polonya’da Valesa’ya yolu açan, Doğu ile Batı Almanya arasındaki duvarın yıkılması, soğuk savaşın sona ermesi, demir perdenin özgürleşmesi ve Sovyetler Birliğinin dağılması ile neticelenen bir sürecin temelini atmış olduğunu belki Gorbaçov kendisi dahi başlangıçte hayal edemezdi. Bu girişim ona Nobel Barış Ödülü'nü getirdi. Ancak kısa bir süre sonra Gorbaçov’un “Görevimi kaygı içinde, ama umutla bırakıyorum ve herkese iyi şanslar diliyorum.” diyerek, görevinden istifa ettiğine şahit olduk.

Gorbaçov’un girişim ya da akibetinden ziyade sorduğu soru geçmişten günümüze üzerinde tartışmaların süregeldiği esas konulardan biridir.

“Sevilen bir devlet mi olmak, yoksa korkulan bir devlet mi?”

Gorbaçov bu soruyu ilk soran değil; muhtemel ilham kaynağı rönesansın düşünür ve devlet adamı olan Niccolo Makyavelli. Onun ünlü "De Principatibus", “Prens” adlı kitabında derinlemesine irdelenmiş bu konu daha 500 yıl öncesinde.

Bu eserde Makyavelli "insanlar kendini sevdiren birinden çok, kendinden korkulan birine zarar vermeyi göze alamazlar" der ve netice olarak ülkeyi yönetene, ister soydan gelen biri olsun, ister seçimle gelen bir “Prens”, “devletin varlığını sürdürmesi doğrultusunda alacağı kararlar asla sorgulanamaz ve devletin amacını sürdürmek için alabileceği her karar mübahtır.” önerisinde bulunur.

Gorbaçov tarihi konuşmasında Makyavellist düşünceye atıfta bulunurken, aynı onun sorduğu soruyu kendi politbüro üyelerine sormuş, ancak onun önerdiği ne şeffaflık ve yeniden yapılanma teklifi, ne de bu yönde atılmasını önerdiği politik adımlar ülkeye birlik, bütünlük ve barış getirebilmiştir. Bu bağlamda boyunduruk altındaki halkları özgürleştirme ya da totaliter devleti demokratikleştirme çabası Gorbaçov’a nobel getirmiş olsa da, onun kararını alkışlayan halkların bugün özgürlüğe kavuştukları ya da başka tiranların köleleri olmaktan kurtuldukları anlamına gelmiyor.

Makyavelli’den bu yana 500 yıl geçti ve nice toplum tiranları, derebeyleri yenerek yeniden demokrasiyi keşvetti. Keşvetti de iyi mi oldu? Bence asıl soru bu.. Ya da şöyle soralım, demokrasi ile tüm sorunlar hal oldu ve insanlar daha refah ve daha mutlu bir düzene mi kavuştular? Ya da insanların yeni düzenden, devletten artık korkmadıkları, bilakis düzeni ve devleti sevdikleri söylenebilir mi? Herkesin kendince bu soruya vereceği bir yanıt vardır elbette.

Varlığın sürdürülmesi güvene dayalı bir meseledir. Şimdi sevdiğiniz birine mi güveneceksiniz, yoksa korktuğunuz birine mi diye abes bir soru mu sormalıyız? Öyleyse devletin sevilen bir kurum olması güvenilirliği açısından oldukça önemli. Bu bağlamda da, sadece kendini bireylerine sevdirebilen bir düzence yönetilen toplumların yükseleceğini söylersek yanılmayız sanırım.

Devletsiz toplumdan ya da kabile düzeninden, devletli topluma geçiş, toplumsal bir evrim olarak algılanmıştır. Ben soruyorum, doğal yasa ile uyum içinde olmayan insan zihninin ürünü yapay bir düzen ya da fikir var kalabilmiş midir?

Bugün dahi yeryüzünün geleceğini belirleyen güçler bu sorunun yanıtını Makyavelli ve de Gorbaçov’dan sonra da aramaya devam ediyorlar. Bugün için doğru yanıtın, yani sevilen ve güvenilen bir devlet olmanın vaz geçilemez kurallarının, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinde aranması gerektiği kararına varılmış olduğu görünüyor. Emperyalist dünyanın büyümesi için gereken kölelik düzenini alenen savunan Komünist Ütopya tercihini baskı ve korku üzerine kurulu senaryodan yana kullanarak başından itibaren iflas etmeye mahkum bir seçeneğin peşinde koşmakta olduğunu sonraları kabul etmek zorunda kalırken, köleliği görüntüsüzleştirmeyi başaranlar, demokrasinin, halkın sözüm ona iradesinin tecellisinden başka bir şey olmadığına inandırmayı başararak, şimdilik yarışı kazanmış görünüyorlar.
Ancak ne demokrasi ne de serbest piyasa ekonomisi yeryüzünde yaşayan halkların köleleşmesine ve emeğin sömürüsüne bir çare olabilmiştir.

İnsan aklının ürünü her “idea” gibi “demokrasi” de vasat ve ölümlü insan için ulaşılması olanaksız bir temenniden başka bir şey değildir. Nasıl ki, adalet, vicdan, etik, estetik vb. insani değerler doğal yasa ile uyumsuzluk arz ediyorlarsa, demokrasi kavramının da, doğal olmadığını söylemek için kahin olmak gerekmez. Daha açık ifade etmek gerekirse:

-İnsan aklı görünen gerçekleri, doğru algılamak, doğru yargılamak ve doğru uygulamak konusunda, insanın kendini teslim edebileceği yeterli gelişime henüz vakıf olabilmiş değildir. Bu bağlamda, insan aklının aldığı hiç bir karar güvenilir değildir ve şüphe ile değerlendirilmelidir.

-Aklın gelişmesi, kalıtsal sınırların izin verdiği oranda eğitilebilir, geliştirilebilir.

-Yeryüzünde varlık gösteren tüm insanlar için, insana layık bir varoluş önemseniyorsa, bu varoluşu yönetecek ve yönlendirecek kişilerin özel olarak eğitilmeleri ve yetkin olduklarına dair ciddi bir sınavı başarı ile tamamlamaları gerekir. Mühendis, biolog, ekolog, doktor, hukukçu, sosyolog ya da felsefeci olarak çalışmaya hak kazanmayı gerektiren eğitim ne kadar uzmanlaşma gerektiriyorsa, devlet adamı olmak da en az böyle bir uzmanlaşma ve ciddiyet, mümkünse yukarıda sayılan vasıfların tamamına vakıf bir uzmanlığı gerekirir.

-Zeka, akıl, eğitim, bilgi ve beceri yoksunu insalsılar tarafından yönetilen toplumların demokrasiye gereksinimleri olmaz; ormanda yaşayanların, ormanın dışında olan biteni bilmeleri gerekmediği gibi, onların insani değerler üzerine kafa yormalarını da gerektirmez. Netice olarak, demokratik bir düzende ülkeyi yönetmeye aday olanların kalitesinden seçmenler kesinlikle emin olabilmelidirler.

Seçenin ve seçilenin bilgisiz ve eğitimsiz olduğu bir toplum demokrasi beklentisi içine giremez. Ancak demokrasi yer yüzünde insanın keşfettiği ne ilk değerdir ne de son değer olacak. Bilimsel verilere göre evrenimiz 13.7 milyar yıldır vardır, yeryüzü de 5 milyar yıldır ve bir o kadar daha da var olacağı söyleniyor. Bunca derin bir geçmişin bilgisine haiz olmadan, diğer canlı türleri arasından sıyrılarak dünyanın ve evrenin efendisi olduğuna karar veren ilkel yaratığın son buluşları, fikirleri ve iktidara heveslenenlerin kendini bilmezlikleri nasıl değerlendirilmeli?

“Acı çekerek geldim dünyaya, şaşırdım ve hayret ettim olan bitene, istemeye istemeye gidiyorum ve hiç bir şeyin bilinemeyeceğinden başka bir şey öğrenmedim.” Diyerek ayrılır akılcılığın babası Sokrates insanların arasından; onlar ki onu zehir içerek ölüme mahkum etmişlerdir. Ölümlü cahillerin kararına uyar, bedeninden ve yaşamından vaz geçerek zehiri içer. Biz gene de tarihin derinliğine baktığımızda, onun hakkında karar veren "soylular iktidarının" kimlik ve fikirlerinden ziyade Sokrates’in bakış ve görüşlerini okuruz. Onun savunması ve dramatik sonu karanlık günlerimizde bize iyileştirici bir ilaç gibi etkir.

Kötülük karanlıkta yeşerir; karanlığı yenebilecek yegane güç ışıktır. Işık iyidir, ışık candır, ışık ümittir. Ne yazık ki, iyinin her zaman yaptığı bir hata vardır, iyi haklı olduğu için hiç bir zaman örgütlenmeye gereksinim duymaz; bu bağlamda iyiyi arayanlar onu devletsiz varoluşu becerebilme yeteneğine sahip olanların dünyasında bulacaklardır.

04 November 2011

“Adalet Devletin Temelidir.”

Bir zamanlar “Adalet mülkün temelidir.” olarak kullanılan bu sözü yolu mahkemelere düşenler, kürsünün önünde ya da hakimin arkasındaki duvarda görmüşlerdir; amaç vatandaşa ne temelli, ya da ilahi mi desek, bir mecliste olduklarını, esas duruşa geçmeleri gereğini hatırlatmaktır.

Merak ediyorum, ne oldu da mülk ile devlet bir anda eş anlamlı oluverdi?

Hükumete sorarsan “vallahi biz yapmadık” diyeceklerdir. Doğru, bildiğim kadarı ile de bu değişimin kaynağı Hikmet Sami Türk’ün Adalet Bakanı olduğu günlerde yayınladığı bir genelgeye dayanıyor. Hatta bir avukatın bu değişime karşı dava açmış olduğunu da duymuştum o zaman, ancak akıbeti hakkında bir bilgim yok. Sadece, yeni açılan “adalet sarayları”nda mülk yerine devlet sözcüğünün yer alması, günümüz yargı karar verenlerinin bu kavramı tercih ettiklerini gösteriyor. Buyruk yukarıdakilerden de gelmiş olabilir elbette. Onlara sorarsan, bu cümledeki mülk ile devlet eşanlamlı imiş; Hz. Ömer dahi böyle buyurmuş, diyeceklerdir. Bilmem bu yoruma ne demeli?

Ben Türk Dil Tarih Kurumu Sözlüğü’ne bakıyorum; bu iki kavram şöyle izah edilmiş:
Devlet
a)Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık,
b)Bu tüzel varlığın yönetim organları
c)Büyüklük, mevki, mutluluk ya da talih (bunlar mecazi anlamda)

Mülk
a)Ev, dükkân, arazi vb. taşınmaz mal
b)Vakıf olmayıp doğrudan doğruya birinin malı olan yer veya yapı
c)Devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke (eski anlamı)

Acaba Osmanlıca’dan kalma olabilir mi diye de baktım, orada da mülk mal, yer, bina, ya da “hüküm ile bir şeyin zabt ve tasarrufu” olarak izah edilmiş, anlayacağınız mülk malik olmaktan türemiş ve sahip olunan ve size ait olduğu tescil edilmiş her şey anlamında bir kavram. Bir de merak ettim, yabancı bir dilde mülk ile devlet eşanlamlı olabilir de biz de bunu oradan devşirmiş olabilir miyiz diye. Bütün dillere vakıf olamadığım için bilenler beni aydınlatabilir, ben sadece ingilizce karşılıklarını söyleyim:
Devlet’in ingilizce karşılığı “state”.
Mülkün karşılığı ise muhtelif, possesion, property, domain olabiliyor, bir anlamda “estate” de.
İşte benzerlik burada olmalı, yani iki kavram ingilizcede bir “e” farkı kadar yakınlar bir birlerine.

Peki bizim karar vericilerimiz mal/mülk ile devleti nasıl eşleştirmiş olabilirler diyeceksiniz?

Onu da söyleyim, Sovyetler Birliği ortadan kalkmış, Marksizm iflas etmiş, ama özel mülkiyet düşmanı, bizim eski kafalı solcularda nihayet jeton düşmüş, böyle bir genelge yayınlamayı uygun görmüşler; bu genelgeyi uygulamaya da aslında ömürleri yetmemiş, ama iktidarı devir alan cemaat ki, onlarda da henüz jetonun düşmediği anlaşılıyor, bu solcu söylemi öylesine benimsemiş olmalılar ki, bu gün mahkeme salonlarında bu cümle karşımıza çıkıveriyor.

Bugüne kadar edinmiş olduğum tecrübeler, bana adaletin hiç bir zaman hiç bir mülkün temeli ya da teminatı olmadığını göstermiştir, en azından benim mülküm soysuzlarca yağmalanırken adaletin ortalıkta olmadığını söyleyebilirim. Şimdi iki temelli soru var kafama takılan sizinle paylaşmak gereksinimi duyuyorum.

-Benim mülküme sahip çıkamayan bir adalet koskoca bir devlete nasıl sahip çıkacak? Ya topyekun bir cehalete teslim edilmişse adalet o temelin üzerinde hangi devlet sağlam durabilir?
-Yok eğer cehalet değil de, akıllı bir parmak varsa işin içinde, o zaman durum daha da vahim demektir; yarın birilerinin aklına eser de meclis duvarına, “Egemenlik kayıtsız şartsız devletindir!” diye yazılmasını buyurursa ne olacak? Ha millet, ha devlet aynı anlama gelir mi diyeceğiz?

Devleti tartışmaya henüz başlıyoruz; bizi izlemeye devam edin.

03 November 2011

Dersimiz Anayasa

Türkiye’de yeni anayasa tartışması gündeme geldiğinde ben de herkes gibi heyecanlanmış ve ülkeme çağ atlatabilecek birkaç teklif sunabilir miyim diye biraz kafa bile yormuştum. Olur mu, olur, birileri duyar, hatta beğenebilir, ilgili ve yetkili adreslere, en azından tartışma konusu yapılmak üzere iletebilirler diye kendimce ümitlenmedim desem yalan olur.

Saflıktan beslenen beyhude ümitlerin gerçeğe dönüşemeyeceğini yeniden anlamam uzun sürmedi. Aynı eski günlerdeki gibi... Yeşil hareketin başlangıç günlerinde Gökova Termik Santralına karşı çıktığımızda, Turgut Özal devletin duruşunu o zaman bize şu sözleri ile ifade etmişti: “İt ürür kervan yürür.”

Devlet tarafından bakıldığında oldukça da gerçekçi bir tespitti bu; anlayacağınız devlet kervan oluyordu, bizler de itler. Bu bakış açısının, aradan geçen otuz yıl içinde değişmemiş olduğunu yeniden tespit etmiş olmak çok da şaşırtıcı olmadı. Nedeni de oldukça basit. O gün ve ondan önce olduğu gibi, bu gün de bu ülkede başta eğitim ve adalet olmak üzere sistem tıkanmış ve işlemiyorsa, orada, bilgi, yetenek, dünya görüşü ya da liyakat bakımından en değerli kişilerin bu topluma yön verdiklerinden, o ülkenin uygarlığa giden yolda evrimleşmekte olduğundan söz etmek olanaksızdır. Daha açık söylemek gerekirse, toplumsal bir hastalığı iyi edecek uzman hekimler varken, ameliyatı kasaba havale etmek toplumsal bir zeka tutulması değilse ya nedir?

Son anayasamız yazılalı beri 30 yıl olmuş, bu süre içinde gereksinim hasıl oldukça anayasaya yaklaşık 30 yama yapılmış, son anayasa referandumu üzerinden henüz bir yıl geçmiş, ama gene de çocuk adam olamadığı düşüncesi ile bugün yeni, yepyeni bir anayasa yazılma ihtiyacının hasıl olduğunu, istisnasız tüm siyasi parti yetkilileri gündemin birinci maddesi olarak önlerinde durduğunu ifade ediyorlar.

İddaa ediyorum ki, bu insanlar önümüzdeki yıllarda da yeni bir anayasa yazmayacaklar. Nedeni de gayet basit, toplumsal uzlaşmanın olanaksız olduğu bir ülkede hiç bir iktidar “toplumsal sözleşme”yi yeniden ve tek başına yazabilme cesaretini gösteremez. Gene de yepyeni bir anayasa yazma inanç ve niyetliliğini yitirmeyen, uzlaşma içinde yeni ve uygar bir anayasa yazmayı zorlamak isteyenlere de bir çift sözüm var. Bu güne kadar yeryüzünde yazılan yasalarda (muhtemelen bütün ülkeler buna dahildir) gözetilmediğini hissettiğim iki temel ilkenin anayasa yazımında anafikir olarak dikkate alınması durumunda, belki de ilk kez yasa yazmada dünyada örnek teşkil edebilecek yeni bir yaklaşım ile dünyalılara öncü olabileceğimizi düşünüyorum.

A. Uygar sayılan ülkelerin çoğunluğunda ya da tamamında yasalar, insanı potansiyel suçlu olarak gören zihnin ürünüdür, yani yasa ile ceza neredeyse eşanlamlıdır, bizim yasalarımız da ceza yasalarıdır. Bildiğim hiç bir ülkede ödüllendirmeyi de öngörebilen bir yasa yoktur. İyi olanı ödüllendirmeyen bir ülkenin, sadece kötüyü cezalandırarak toplumsal barışı sağlamaya çalışması bir eksikliktir. Uygar(sivil) ve sosyal bir hukuk devletinde anayasa, vatandaşını aşağılık ya da suçlu bir yaratık olarak görme eğilimini temel alan bir zihnin ürünü olmamalıdır.

B. Dünya ülkelerinin gene çoğunluğunda ya da tamamında yasalar egomerkeziyetçi insan zihninin ürünüdür, her türlü insan eyleminde olduğu gibi yazılan yasalarda da insan merkezdedir. Nasıl ki insan bir zamanlar tüm evreni kendi etrafında dönüyor zannına kapılarak kendini merkeze yerleştirme eğiliminde olmuşsa, bugün de aynı yanılgı içinde tüm ekolojik varlığın kendi etrafında ve ona hizmet eder olduğundan yola çıkarak yasalarını yazmıştır. Dini inançlar, politik ideolojiler ve ekonomik plan ve programlar da genel olarak bu konumlandırmayı esas almışlardır. Çevre sözü dahi aynı yanılgının devamıdır, yani anlamsal olarak “çevre” insanın etki alanını oluşturan ve onu merkeze yerleştiren bir kavramdır. Bu bağlamda ekosistemin bütünlüğünü vurgulayan, insan etkinliklerinin bu bütün ile uyum içinde varoluşunu anafikir olarak benimseyen bir bakış açısı anayasa yazımının temel ilkesi olabilir.

Yasa koyucular ve yasa uygulayıcıların farkındalıklarını ölçmek için mevcut anayasamızı bir kaç kez taradım.

"Biyosfer, besin zinciri, fotosentez, element ve enerji döngüleri, iklim, açlık, doğa, ekoloji ya da ekosistem" sözcüklerinin anayasa içinde hiç kullanılmamış olduğunu fark ettim. Çevre kelimesi ise sadece 56 ve 57.inci maddelerde birer cümle içinde toplam beş kez kullanılmış. Anayasamızda orman’a ciddi olarak önem verildiği görülüyor; gene de bu durum ormanlarımızın her ne nedenle olursa olsun yok olmasını engelleyememiş. Bugüne dek babaların yazdığı anayasalara, ya da babayasalara mı diyelim, karşın gerçek bir anayasa yazımında kadının ne oranda rol alacağı da ayrı bir sorunsal olarak karşımızda durmaya devam ediyor.

Başlangıç amacı ile burada “Ekolojik Anayasa” için aşağıdaki madde önerilerini, anayasa tartışmacılarının kulağına küpe olabilir diye, tartışmaya sunuyorum, zaman ayırmak cidiyetini gösterenler için devamını da el ele vererek getirebiliriz. Unutulmamalıdır ki bu dünya beş milyar yıldır vardır; bilim insanlarınca bir o kadar da var kalacağı var sayılıyor. Peki biz gelecek beş milyar yıl için geçerli olabilecek mutlak gerçeğe mi vakıf olduk ki, anayasanın malum maddelerinin değiştirilmesinin teklifine dahi, bugüne kadar olduğu gibi, bundan böyle ve ebediyen zihnimizi de kulaklarımızı da tıkayabiliyoruz?

Ben yeni anayasanın aşağıdaki maddelere benzer bir mantıkla başlamış olmasını, anayasanın ebedi olabilmesi açısından tercih ederdim.

1.Türkiye Cumhuriyeti, suyu, toprağı, havası, tüm canlı ve cansız öğeleri ile bir ekosistemdir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin birinci görevi, Cumhuriyeti kuranların ve bu amaç doğrultusunda yaşamlarını feda edenlerin teslim etmiş oldukları kutsal ekosistemi ve onun barındırdığı tüm canlı ve cansız varlığı korumak, onların gelecekte de güven altında olmalarını sağlayacak tüm tedbirleri almaktır.

2.Doğal işleyiş ve doğa yasaları ile çelişki içinde olan tüm yapay yasalar geçicidir.

3.Biyosfer, besin zinciri, fotosentez, element ve enerji döngüleri ile iklime ve ekosisteme etkiyecek, yaşam zincirinin halkalarını oluşturan, insan dışındaki diğer canlı türlerin de varlık haklarını gözetmeyen insan etkinlikleri teklif edilemez(edilmemelidir).
.....
.....
Not: Bu yazı Eylül 2007’de yazılmış, güncellenerek düzenlenmiştir.

02 November 2011

Aşağıdakiler, Yukarıdakiler

Bu adı taşıyan bir tv-dizisi vardı bir zamanlar. Özel kanallarımız var mıydı tam hatırlamıyorum, ancak türk dizilerinin yokluğunda halkımız yabancı dizilerle yatar, yabancı dizilerle kalkardı o günlerde. Dizi meraklısı olmamakla birlikte, muhtelif dost, akraba ziyaretlerinde hasbel kader bir kaçını seyretmiş, hatta bazılarına ilgi dahi duymuş olduğumu itiraf etmeliyim. Bu da o dizilerden biriydi. Bilmeyenler için, kısaca hatırlatmam gerekirse, geçen yüzyıl başı İngiltere’sinde asilzade bir ailenin malikhanesinde, soylular ile hizmetkarlar arasında geçen bir efendi-uşak ilişkisi ele alınıyordu bu dizide. İlginç olansa, yerli benzerlerinden alışık olduğumuz sınıfsal kavga ya da farklılıkları konu alan bir dram, ya da aşağılayıcı bir komedi yerine, sınıflar arası bir uyum ve uzlaşı platformunda gerçekleşen bir bilgeler kongresini seyrediyor hissine kapılıyor olabilirdiniz.

Dizinin adından da anlaşılacağı üzere yukarıdakiler evin zengin, soylu, eğitimli sahipleri, aşağıdakiler ise evin alt katında yaşamlarını sürdüren emekçilerdi. Tarihin derinliklerinden gelen bu sosyal ya da sınıfsal farklılık her zaman, her yerde tartışılmış, toplumsal ya da siyasal ayrışım ve kavgalara olduğu kadar, çok sayıda yazıya ya da diziye de konu olmuştur.

Ancak bu dizinin kahramanları sınıfsal ayrımı hoşgörü çerçevesinde kabullenmişler, birlikte yaşamı uyum ve harmoni içinde sürdürüyorlar. Efendiler efendi olabilmenin derin eğitimini almışlar, aşağıdakileri küçümsemiyor, onları ezmiyor, onlara haksızlık etmiyorlar. Aynı uşakların uşaklığı liyakat ile sürdürmekten gocunmadıkları gibi; onlar da sınıfsal konumlarından şikayetçi olmaksızın, sorumluluk bilinci ve efendi olmayı bilene uşak olmak meziyettir yaklaşımı içinde, görevlerini yerine getirmekle meşguller. Gerek evin güncel meseleleri gerekse ülkenin geleceğini ilgilendiren konular hakkında tarafların kendilerine özgü fikirleri olduğu gibi, aralarındaki siyasi tartışma ve fikir alışverişleri her zaman nezaket ve hoşgörü kurallarına uygun olarak gerçekleşiyor. Konumlar hazmedilmiş ve sindirilmiş, efendi-uşak, ya da fakir-zengin çatışması gözlemlenmiyor. Uşaklar evi yönetiyor, efendiler de ülkeyi. Aşağıdakiler günü tasarlarken, yukardakiler geleceği tasarlıyorlar. Yukarıdaki aşağıdakinin hakkını verdiğinden midir bilinmez, aşağıdaki yukarıdakinin koltuğuna oturmayı aklından bile geçirmiyor.

Demokrasiyi hazmetmiş insanların ülkelerinde sınıflar arası ilişkilerdeki bu olgunluk bizim ülkemizde kimilerine yabancı gelecektir. Benim nereden aklıma geldi şimdi bu dizi onca yıl sonra, diye soranlar olacaktır. Son zamanlarda ortalıkta çok farklı mutluluk istatistikleri dolaşmaya başladı; birilerine göre ülkemizde yaşayanlar büyük oranda mutlularmış, bir diğer araştırmaya bakarsanız da tam tersi. Her zamanki gibi birileri yalan söylüyor.

Mutlu olunan bir evde huzursuzluk yaşandığı pek görülmemiştir. Ancak, evde herkes kendini patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi hissediyorsa, orada birşeylerin yanlış işlediğini söylemek için müneccim olmak gerekmez. Ortak bir düzenin bozulması, genel olarak ortaklardan birinin ya da birden fazla sayıda ortağın başlangıçta mutabık kalınan ortaklık sözleşmesine yakışmayacak bir tutum içine girmesi ile ortaya çıkar. Tarafların karşılıklı beklentileri, hakların ve görevlerin deklare edildiği ortaklık sözleşmesi ile belirlenmiştir. Yöneten ya da yönetilen, taraflardan biri karşı tarafa bilerek yalan bir vaadde bulunmuşsa, ortada etik bir sorun var demektir. Yok, kişi tüm iyi niyetine karşın, vaadlerini yerine getiremiyorsa, bu kez de onun kendini ya da işini bilmediğini gösterir. İki durumda da, ev iyi yönetilemediği için, düzen bozulur, birinci durumda neden ahlaksızlıktır, ikinci durumda ise ahmaklık; aynı tespitleri ülke yönetimleri için yapmak da gayet olanaklıdır.

Bilgi, birikim, beceri, sorumluluk ve dürüstlük kaliteli bir işin teminatıdır. Ya da cümleyi tersinden kurmak gerekirse, o bütünlüğü ruhunda barındıran zekadır ki, mutluluğa da, huzura da açılan kapının anahtarı da odur. Nasıl ki ehliyetsiz bir şöförün trafiğe çıkmasına izin verilmiyorsa, devleti yönetmeye talip olanların da mutlaka ehliyet sahibi kişiler arasından seçilmeleleri gerekir. Nasıl ki bir mühendisin bir bina inşa edebilme ehliyetine vakıf olabilmek üzere yüksek tahsil yapması, diploma alması gerekiyorsa, milletin vekili olmaya talip olan kişilerin de ülke yönetimi konusunda eğitimli ve diploma sahibi olmaları gerekmektedir. Aksi takdirde ülke, işin mahiyetini ve de cidiyetini kavrayamamış ehliyetsiz kişilerin neden olduğu kazalardan kurtulamayacaktır. Ülke insanı cahil kalmış olabilir, kimi neden seçtiğini bilemeyebilir, ama bakan, vekil, bürokrat, yargıç ya da silahlı güçler cahil olamaz, olmamalıdır. Tarihin derinliklerine baktığımızda, belli bir zeka düzeyinin üzerine çıkamayan kişilerce yönetilen toplumlarda, bireyin demokratikleştiğini zan ettikçe özgürlüklerini yitirmekte olduğunu anlamakta geç kaldığını, daha önce de görmüşüzdür.

Bu endişeler bana bu eski diziyi hatırlatmış olmalı; daha açık ifade etmek gerekirse, son askeri darbe ile birlikte takunyalılara teslim edilen ülkem bugün imam hatip mezunları tarafından yönetiliyor, bu da beni oldukça tedirgin ediyor da diyebilirim.

01 November 2011

Başlarken

Gerek bir zamanlar Avrupa’da esen renkli devrim rüzgarları, gerekse Arap baharı olarak nitelenen halk hareketleri, halkın karşısına dikilen ve yıkılamaz gibi görünen despot yapılanmaların kağıttan birer kaplandan ibaret olduklarını, iyi örgütlenildiğinde, gidişata dur denilebileceğini, toplumların kendi kaderlerini dahi değiştirebildiklerini göstermiştir. Şimdi de “Wall Street’i işgal hareketi”nin dünya çapında yankı bulmakta olduğunu gözlemliyoruz.

Yeryüzü nüfununun 7 milyara ulaştığı,   insanlar arasındaki eşitsizliğin ise nüfusa orantılı olarak arttığı bir ortamda dönüp de kendi ülkemize bakacak olursak, sistem karşıtlarının seslerinin giderek cılızlaştığını, Türkiye Cumhuriyeti’ne hükumet eden “cemaat demokrasisi”ne itiraz edenlerin giderek sessizleşmekte, bu yapılanmaya karşı mücadele veren parlamenter muhalefetin ise yetersiz kalmakta olduğunu görüyoruz. Buna karşın, ülkemizde mevcut siyasi yapılarla hemfikir olmayan, eliter bir seçmen kitlesi de vardır ki, bu karamsar ve kararsızlara güven telkin edebilecek bağımsız bir girişimin gelecek seçime, iyi ve erken örgütlenildiğinde, meclise temsilciler taşıyabilme olasılığı oldukça yüksek gözükmektedir. 2007 seçimine katılan bağımsızların iyi örgütlenememelerine karşın başlangıç için gene de bir oranda başarılı oldukları söylenebilir. 2011 de daha iyi örgütlendiler, geçmiş tecrübeleri iyi değerlendirdiler ve daha başarılı oldular. Şimdi hedefte 2015 var; bugüne dek edinilen tüm tecrübe ve birikim ile erken yola çıkabilecek bir muhalif hareketin kendi başına, gerekirse oy kayıplarına mahal vermemek için var olan parlamenter muhalefetin çatısı altında, mevcut iktidara dur diyebilecek güce erişeceğini söylemek hayalcilik olarak yorumlanmamalıdır. Öyleyse örgütlenmeye başlama zamanıdır. Ülkenin dört yıl daha kaybetmeye tahammülü yoktur, hemen şimdi başlanılmalıdır, seçime 5 kala değil.

Öncelikle bir network (grup) oluşturarak, fikir alışverişi sürdürülmeli, gerektiğinde bir araya gelerek, temel prensipler, politikalar, stratejiler, kadro önerileri vb. belirlenmeli, ağa geniş katılımın sağlanmasına çalışılmalı, seçim için diğer bağımsız guruplarla iletişim kurulmalıdır.

TPDM insanı ve düşünceyi özgürleştirecek, devleti yurttaşa eziyet eden değil hizmet eden bir işleyişe kavuşturacak zihinleri buluşturmalı, bu zihinlerin ürettiği fikir ve girişimlerleri bir programa dönüştürmeli, programları uygulayacak kadroları sahiplenmeli, kadroları destekleyecek kaynakları yaratabilmeli ve bu ülkeye hükumet eden, cehil bir çoğunluğun oyundan beslenen despotizme dur diyebilmelidir.

Girişime katılmak, elini taşın altına koymak isteyenlere duyurulur, 1 Kasım 2011.