05 November 2011

“Sevilen bir devlet mi olmak istiyoruz, korkulan bir devlet mi?”

“Glasnost” ve “Perestroika” kavramları ile 1985 yılı Nisan ayında dönemin başkanı Mikhail Gorbaçov’un Sovyetler Birliği Komünist Partisi merkez yönetim komitesi toplantısındaki konuşması sırasında ilk kez tanışmıştık. O zaman UDSSR’in zamanla tedavülden kalkacağını, onun yerini önce Bağımsız Devletler Topluluğu’nun, akabinde de bağımsız Rus Cumhuriyetlerini’nin ortaya çıkabileceğini kimse hayal bile edemezdi.

“Glasnost” ile açıklık, şeffaflık, hür düşünde ve ifade özgürlüğünü, “Perestroika” ile de ekonomik ve politik yeniden yapılanmayı hedef alan bir değişim sürecini politbüro üyelerine ilan eden tarihi konuşmasına Gorbaçov’un, “Mesele olmak ya da olmamak değil, mesele korkulan bir devlet olarak mı kalmak istiyoruz yoksa sevilen bir devlet olmayı mı hedeflemeliyiz?” diyerek başlamış olması bu konuşmayı sonradan analiz eden yorumcularca pek de dikkate alınmamıştır.

Polonya’da Valesa’ya yolu açan, Doğu ile Batı Almanya arasındaki duvarın yıkılması, soğuk savaşın sona ermesi, demir perdenin özgürleşmesi ve Sovyetler Birliğinin dağılması ile neticelenen bir sürecin temelini atmış olduğunu belki Gorbaçov kendisi dahi başlangıçte hayal edemezdi. Bu girişim ona Nobel Barış Ödülü'nü getirdi. Ancak kısa bir süre sonra Gorbaçov’un “Görevimi kaygı içinde, ama umutla bırakıyorum ve herkese iyi şanslar diliyorum.” diyerek, görevinden istifa ettiğine şahit olduk.

Gorbaçov’un girişim ya da akibetinden ziyade sorduğu soru geçmişten günümüze üzerinde tartışmaların süregeldiği esas konulardan biridir.

“Sevilen bir devlet mi olmak, yoksa korkulan bir devlet mi?”

Gorbaçov bu soruyu ilk soran değil; muhtemel ilham kaynağı rönesansın düşünür ve devlet adamı olan Niccolo Makyavelli. Onun ünlü "De Principatibus", “Prens” adlı kitabında derinlemesine irdelenmiş bu konu daha 500 yıl öncesinde.

Bu eserde Makyavelli "insanlar kendini sevdiren birinden çok, kendinden korkulan birine zarar vermeyi göze alamazlar" der ve netice olarak ülkeyi yönetene, ister soydan gelen biri olsun, ister seçimle gelen bir “Prens”, “devletin varlığını sürdürmesi doğrultusunda alacağı kararlar asla sorgulanamaz ve devletin amacını sürdürmek için alabileceği her karar mübahtır.” önerisinde bulunur.

Gorbaçov tarihi konuşmasında Makyavellist düşünceye atıfta bulunurken, aynı onun sorduğu soruyu kendi politbüro üyelerine sormuş, ancak onun önerdiği ne şeffaflık ve yeniden yapılanma teklifi, ne de bu yönde atılmasını önerdiği politik adımlar ülkeye birlik, bütünlük ve barış getirebilmiştir. Bu bağlamda boyunduruk altındaki halkları özgürleştirme ya da totaliter devleti demokratikleştirme çabası Gorbaçov’a nobel getirmiş olsa da, onun kararını alkışlayan halkların bugün özgürlüğe kavuştukları ya da başka tiranların köleleri olmaktan kurtuldukları anlamına gelmiyor.

Makyavelli’den bu yana 500 yıl geçti ve nice toplum tiranları, derebeyleri yenerek yeniden demokrasiyi keşvetti. Keşvetti de iyi mi oldu? Bence asıl soru bu.. Ya da şöyle soralım, demokrasi ile tüm sorunlar hal oldu ve insanlar daha refah ve daha mutlu bir düzene mi kavuştular? Ya da insanların yeni düzenden, devletten artık korkmadıkları, bilakis düzeni ve devleti sevdikleri söylenebilir mi? Herkesin kendince bu soruya vereceği bir yanıt vardır elbette.

Varlığın sürdürülmesi güvene dayalı bir meseledir. Şimdi sevdiğiniz birine mi güveneceksiniz, yoksa korktuğunuz birine mi diye abes bir soru mu sormalıyız? Öyleyse devletin sevilen bir kurum olması güvenilirliği açısından oldukça önemli. Bu bağlamda da, sadece kendini bireylerine sevdirebilen bir düzence yönetilen toplumların yükseleceğini söylersek yanılmayız sanırım.

Devletsiz toplumdan ya da kabile düzeninden, devletli topluma geçiş, toplumsal bir evrim olarak algılanmıştır. Ben soruyorum, doğal yasa ile uyum içinde olmayan insan zihninin ürünü yapay bir düzen ya da fikir var kalabilmiş midir?

Bugün dahi yeryüzünün geleceğini belirleyen güçler bu sorunun yanıtını Makyavelli ve de Gorbaçov’dan sonra da aramaya devam ediyorlar. Bugün için doğru yanıtın, yani sevilen ve güvenilen bir devlet olmanın vaz geçilemez kurallarının, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinde aranması gerektiği kararına varılmış olduğu görünüyor. Emperyalist dünyanın büyümesi için gereken kölelik düzenini alenen savunan Komünist Ütopya tercihini baskı ve korku üzerine kurulu senaryodan yana kullanarak başından itibaren iflas etmeye mahkum bir seçeneğin peşinde koşmakta olduğunu sonraları kabul etmek zorunda kalırken, köleliği görüntüsüzleştirmeyi başaranlar, demokrasinin, halkın sözüm ona iradesinin tecellisinden başka bir şey olmadığına inandırmayı başararak, şimdilik yarışı kazanmış görünüyorlar.
Ancak ne demokrasi ne de serbest piyasa ekonomisi yeryüzünde yaşayan halkların köleleşmesine ve emeğin sömürüsüne bir çare olabilmiştir.

İnsan aklının ürünü her “idea” gibi “demokrasi” de vasat ve ölümlü insan için ulaşılması olanaksız bir temenniden başka bir şey değildir. Nasıl ki, adalet, vicdan, etik, estetik vb. insani değerler doğal yasa ile uyumsuzluk arz ediyorlarsa, demokrasi kavramının da, doğal olmadığını söylemek için kahin olmak gerekmez. Daha açık ifade etmek gerekirse:

-İnsan aklı görünen gerçekleri, doğru algılamak, doğru yargılamak ve doğru uygulamak konusunda, insanın kendini teslim edebileceği yeterli gelişime henüz vakıf olabilmiş değildir. Bu bağlamda, insan aklının aldığı hiç bir karar güvenilir değildir ve şüphe ile değerlendirilmelidir.

-Aklın gelişmesi, kalıtsal sınırların izin verdiği oranda eğitilebilir, geliştirilebilir.

-Yeryüzünde varlık gösteren tüm insanlar için, insana layık bir varoluş önemseniyorsa, bu varoluşu yönetecek ve yönlendirecek kişilerin özel olarak eğitilmeleri ve yetkin olduklarına dair ciddi bir sınavı başarı ile tamamlamaları gerekir. Mühendis, biolog, ekolog, doktor, hukukçu, sosyolog ya da felsefeci olarak çalışmaya hak kazanmayı gerektiren eğitim ne kadar uzmanlaşma gerektiriyorsa, devlet adamı olmak da en az böyle bir uzmanlaşma ve ciddiyet, mümkünse yukarıda sayılan vasıfların tamamına vakıf bir uzmanlığı gerekirir.

-Zeka, akıl, eğitim, bilgi ve beceri yoksunu insalsılar tarafından yönetilen toplumların demokrasiye gereksinimleri olmaz; ormanda yaşayanların, ormanın dışında olan biteni bilmeleri gerekmediği gibi, onların insani değerler üzerine kafa yormalarını da gerektirmez. Netice olarak, demokratik bir düzende ülkeyi yönetmeye aday olanların kalitesinden seçmenler kesinlikle emin olabilmelidirler.

Seçenin ve seçilenin bilgisiz ve eğitimsiz olduğu bir toplum demokrasi beklentisi içine giremez. Ancak demokrasi yer yüzünde insanın keşfettiği ne ilk değerdir ne de son değer olacak. Bilimsel verilere göre evrenimiz 13.7 milyar yıldır vardır, yeryüzü de 5 milyar yıldır ve bir o kadar daha da var olacağı söyleniyor. Bunca derin bir geçmişin bilgisine haiz olmadan, diğer canlı türleri arasından sıyrılarak dünyanın ve evrenin efendisi olduğuna karar veren ilkel yaratığın son buluşları, fikirleri ve iktidara heveslenenlerin kendini bilmezlikleri nasıl değerlendirilmeli?

“Acı çekerek geldim dünyaya, şaşırdım ve hayret ettim olan bitene, istemeye istemeye gidiyorum ve hiç bir şeyin bilinemeyeceğinden başka bir şey öğrenmedim.” Diyerek ayrılır akılcılığın babası Sokrates insanların arasından; onlar ki onu zehir içerek ölüme mahkum etmişlerdir. Ölümlü cahillerin kararına uyar, bedeninden ve yaşamından vaz geçerek zehiri içer. Biz gene de tarihin derinliğine baktığımızda, onun hakkında karar veren "soylular iktidarının" kimlik ve fikirlerinden ziyade Sokrates’in bakış ve görüşlerini okuruz. Onun savunması ve dramatik sonu karanlık günlerimizde bize iyileştirici bir ilaç gibi etkir.

Kötülük karanlıkta yeşerir; karanlığı yenebilecek yegane güç ışıktır. Işık iyidir, ışık candır, ışık ümittir. Ne yazık ki, iyinin her zaman yaptığı bir hata vardır, iyi haklı olduğu için hiç bir zaman örgütlenmeye gereksinim duymaz; bu bağlamda iyiyi arayanlar onu devletsiz varoluşu becerebilme yeteneğine sahip olanların dünyasında bulacaklardır.

No comments: